Belki bazılarınızın malumudur; Amerikalı şarkıcı/aktris Lindsay Lohan’ın adı bir müddettir İslama olan ilgisiyle beraber anılmaktadır. O elinde Kuran’la görüntülenmekte, Türkiye’yi acıtan olaylarda destek veren tweetler atmakta..Hatta en son adım olarak Türkiye’ye gelip Suriyeli mültecileri ziyaret etmekte ve Gaziantepli bir hanımın kendisine hediye ettiği başörtüsünü takmakta sorun görmemektedir.
Genel
28 gönderi işaretli Genel
Bilimi Rölatifleştirmek-Dikkat Çekmeyen Varsayımlar
Bilgi felsefesinde öyle bir konu var ki eğer elimde imkan olsaydı herkesin bunu adam akıllı öğrenmesini sağlamak isterdim.
Bu konu bilimde deneysel, gözlemsel, hesabı vb. OLMAYAN boyut yani bilimin yapılabilir olması için zaruri varsayımlar. Bunlarsız olmuyor ama bunlar da bilimsel bilginin değerini radikal bir şekilde rölatifleştiren bir rol oynuyor.
Çağlar içerisinde azıcık değişse de bizim için önemli olmayan anlam farklılıklarını geçip en yaygın kabul edilen haline geliyorum; bu temel kabuller ikiye ayrılıyor; Aksiyomlar ve postülatlar.
Aksiyomlar genelde öylesine temel ki bunlar aklın en temel kanunları gibiler. Kendiliğinden apaçık. Tartışmaya mahal bırakmayacak kadar apaçık.
“A, B’ye eşit B de C’ye eşitse A da C’ye eşittir”
veya
“Parça bütünden küçüktür”
gibi şeyler. Ve önemli olan şu aksiyomlar ispat filan edilmiyorlar, çünkü edilemiyorlar. Bunlar kendiliğinden besbelli, açıkça doğru. İspat öncesi şeyler bunlar. İspat edilirse zaten bunları ispat etmekte kullandığınız şeyler aksiyom halini alıyor, bunlar aksiyomluktan çıkıyor.
Ben aksiyom konusunu tartışmak istemiyorum. Çünkü zurnanın zırt dediği şeyler aksiyomlar değil postülatlar.
Postülatlar aksiyomlar kadar temel değil. Her bilim alanının kendi postülatları oluyor. Hatta her bilim alanı içerisindeki teorilerin kendi postülatları oluyor. Örneğin her ikisi de fizikçi olmasına ve aynı sahayla ilgilenmesine karşın Einstein’ın ve Planck’ın postülatları farklı.
Postülatlar aksiyomlar kadar temel değil demiştik. Hatta bilgi sahasına özel. Aksiyomların aksine postülatlar da bugün değilse bile gün gelip çürütülebilecek, çürütülmeye müsahit bir taraf var. Yani deney/gözlem eleştirisine o kadar da kapalı olmamakla beraber bugünün imkanlarını aştığı için yanlışlanmıyor.
Bazılarını sayacak olursak;
- Kuvantum fiziğinde “bu boyutta tam bir determinizm olamayacağı o nedenle olasılık hesapları yapılması gerektiği” postülatı. (Ki Einstein yaklaşık ölünceye kadar buna karşı çıkıyor ama bugün Einstein yanlış Kuvantumcular doğru kabul ediliyor)
- Einstein “Evren homojendir” diyor. Bunu nerden bildiğini soranlara “bu kabulü yapmazsam bilim yapmam imkansız olur” diyor.
- Newton bir fiziksel ortamda (zaman-mekan yani) meydana gelen fiziksel bir hadisenin (diyelim bir arabanın yol alması) söz konusu zaman-mekanı değiştirmediği varsayımıyla yola çıkıyor. (Bu birkaç yüzyıl sonra Einstein tarafından reddediliyor, ona göre çok büyük kütleler uzayı eğebiliyor, çok yüksek süratler de zamanı yavaşlatıyor. Arabayı DEĞİL zamanı yavaşlatıyor.)
- Freud insanı aydınlanma düşüncesine bağlı kalarak birey olarak kabul ediyor. Sorunların tüm kaynağını aile içerisindeki ilişkilerde aramakla kendisini sınırlandırıyor.
- Durkheim insanı birey değil toplumsal bir varlık olarak kabul ediyor. İnsana dair en ama en bireysel gibi gözüken intihar hadisesinin sosyolojik boyutları olduğunu göstermek için ilk esaslı araştırmasını “psikolojikmiş gibi” gözüken bir konudan seçiyor; intihar. Ve sonuçta bunun bile bireysel olmadığını -kendince- ortaya koyuyor.
- Ölümle ilgili tartıştıklarında Freud “ölüm içgüdüsünü” kelimesi kelimesine alıyor. Jung ise bunu sembolik alıyor. İnsanlar gerçekte ölmeyi değil sembolik ölmeyi istemektedirler; egonun çözülüp tekrar ruhun içine çekilmesi ve yok olması..Burada “kelimesi kelimesine” veya “sembolik” almanın ancak “temel kabullerle” yani postülatlara göre değiştiğine dikkat.
- Yine Marx’ın toplumsal hadiselerin hepsinin temelinde üretim tarzının olduğunu savunuşu buna karşılık sosyolojinin kurucusu Durkheim’in her tür toplumsal olgunun temelinde din olduğunu varsayışı deney-gözlemden ziyade postülat.
- En radikali ise matematik gibi bir sahada bile sonsuz adet aksiyom olmazsa bir şeylerin muhakkak ispattan kaçacağını, ispat edilemez olacağını ortaya kayan Gödel.
Tabii bu postülatların bazıları sıradan vatandaşın gözünde bile hayli sırıtan şeyler oluyor;
* İnsanın ihtiyaçlarının sonsuz olduğunu savunan bir ekonomi bilimi postülatı pek çok kişiye “yok devenin nalı” dedirtebiliyor.
* Bir ekonomist “paranın mutluluk ölçütü olduğunu kabul etmezsek (yani ne kadar paran varsa o kadar mutlusun; zenginsen mutlusun, fakirken mutsuzsun) ekonomi bilimi yapamayız” dediğinde kendi cenahından bile fazla destek alamıyor.
Ama çok genele yayılmamış bazı postülatlar da bize dünyanın başka türlü nasıl anlaşılabileceğine dair önemli bilgiler veriyor;
*Antropolog Paul Radin “eğer arada bir insanlarla konuşan bir Tanrı kabulü yapmazsam antropoloji yapmam imkansızlaşıyor” diyor. Zira en küçüğünden (bir Afrika kabilesi vb gibi) en büyüğüne (Batı, İslam, Hind, Çin vb) kadar bütün medeniyetlerin temelinde bir doğa üstü olduğuna inanılabilir nitelikte iletişim (vahiy veya büyük olağanüstü rüyalar) veya macera (bir yeraltı veya öte dünya yolculuğu (hiç değilse fenomenal düzeyde) mevcuttur) Şu anda antropoloji dünyasında hakim postülat ise bu tür hadiselerin hepsini insani veya doğal boyuta (doğa durumundaki insan boyutuna) indirgemektir.
Fazla uzatmayayım. İşte bu postülatlar nedeniyle bilim zannedildiği gibi sadece deney/gözlem ve teori oluşturmadan oluşmamaktadır. Bu postülatlar bilim yapabilmek için zaruridir. Mevcut imkanlarla ispatı yoktur. Newton’un durumunda olduğu gibi birkaç yüz sene alabilir. Yani içinde bulunduğumuz çağın ufku kadardır postülatlar. Elma-armutla bilim yapan adamın aksiyomlarıyla atom altı parçacıkları gözlemleyebilen adamın postülatları aynı olamıyor. Bu nedenle de bilginin üzerine inşa edildiği zeminin kendisi de sabit olmayıp ağırdan ağırdan değişen bir şey oluyor. Bir kaç ayda bir yeni model telefonlar gören nesiller için çok yavaş..Newton-Einstein durumunda olduğu gibi 100’lerce sene bile alabiliyor.
Veya aynı konuları yan yana çalışmalarına rağmen, aynı olguları gözlemlemelerine rağmen bambaşka, hatta birbirine zıt postülatlar oluşturan bilim adamları olabiliyor. Freud ve Jung. Onların bazı hastaları bile ortaktı!!!! (Sabine Spielrein-Bkz. Tehlikeli Metod filmi)
Aynı dönemin sosyologu (Durkheim) toplumsal ilişkileri temele alırken psikologu (Freud) bireyi alabiliyor.
Ama tabii ki bu bilimin işlevselliğini az etkiliyor. Pek çok şey yine Newton’a dayandırarak yapılıyor. Örneğin bir uçak kaza incelemesini Newton kanunlarını esas alarak yaparsınız, Einstein’i değil. Çünkü uçağınız ne güneş gibi büyük kütleye sahiptir ki uzayı eğsin, ne de ışık hızında gidiyordur ki zamanı hızlandırsın. Ama dikkat ederseniz burada bilim “hakikat araştırması” seviyesinden “kullanışlılık” seviyesine geriliyor.
Veya tüm sınırlılıklarına karşın hem Freud’u hem de Jung’u kullanarak insanların sıkıntılarına çözüm getirmek pekala mümkün. Biraz faydacı olmayacağız da ne yapacağız? Acıyı dindirmek de gayet yerinde bir amaç değilmidir?
Sonuçta bir marangozun güzel mobilyalar yapması için muazzam botanik bilgisine veya bir kasabın muazzam zooloji bilgisine ihtiyacı yok değil mi?Fayda pekala da amaç olabilir.
Eğer gençlerimize bir tavsiye çıkaracaksam buradan bu bilimi küçümsemek olmazdı. Bu rölatifliğinin farkında olarak, sınırlarının farkında olarak bilimde ustalık kazanmak ve kendi idealleri için bundan sonuna kadar istifade etmek olurdu. Güzel bulduğum bir deyişle “kurallar aşılmak içindir doğru ama bu onlarda ustalaşanın hakkıdır”. Bu faydacı, kullanışlı haliyle bizim bilime ihtiyacımız var. Vatanımız, milletimiz ve yardıma muhtaç bir dolu insan için.
Ve işte o ünlü “eleştirel düşünce” de “şunu-bunu beğenmemek, burun kıvırmak laf sokmak” değil bilginin içerisindeki deney/gözlem (a posteriori-ilmül ahir) olan ve olmayan (a priori-ilmül evvel) olanları birbirinden ayrıştırabilmek oluyor. Bizim de bunu yapabilen gençlerimize ihtiyaç var, trolden ziyade.?
Muhabbetle
Özgürlük Meşaleleri

Beni ilgilendirense en ziyade kendi gençlerimiz, kendi insanımız..
Çok örnek yazmaya gerek var mı yoksa herkes yeterince örnek biliyor mu? Galiba bu konuyu yeterince tekrar ettim değil mi? Özgür olacağım diye rezil rüsvan olan bir dolu kişi. İntihar eden, uyuşturucudan ölen, ömrünü telef eden, maskara olup aklı başına yaşlılığa doğru gelen bir dolu insan. Örneklere girmeyeyim. Bu yazıdan amacım bu “Özgürlük Meşaleleri” ve “feminizm” arasındaki çarpık ilişkiyi anlatmak sadece.
Elin açgözlülerine kolay av olmamak için gençlerimiz de genç olmayanlarımız da “Moda” “özgürlük” “racon” vb adına çağrıldıkları ama biraz tuhaf duran şeylere bir de bilgeliğin gözüyle bir bakmayı öğrenmeliler.
İnanıyorum ki;
*atasözlerine
*anne-babalarına
*yıllarını boşa geçirmemiş ihtiyarlara
*dindarlara,
*geleneksel ahlak anlayışına
*İnsanlığın büyük bilgelerine veya doğrudan dine de bir söz hakkı verdiklerinde bilgece alternatif görüşlerin gayet yakın olduğunu görecekler.
Muhabbetle
Modernlik mi Geleneksellik mi?
20’li yaşlarımda bu soru bana sorulduğunda içimden gelen ilk tepki “niçin birisinden birisini seçmek zorunda kalayım ki? Niye ikisi birden olmuyor?” demekti. Ne zaman bu benzeri zıtlar arasında (hani bir tanesi açıkça kötü olan seçimler (ahlaklı olmak mı ahlaksız olmak mı, tevazu sahibi mi kibirli olmak mı vb) değil de bunun gibi insanlar tarafından yapılmış suni/ideolojik (rasyonel mi mistik mi, ilerici mi gerici mi, toplumcu mu bireyci mi) bölünmeler arasında bir tercih yapma durumunda kalsam bu “ikisi bir arada“ cevabı bana her zaman birisini seçmekten daha makul göründü.
Zaman zaman kendimden şüphelendiğim de oldu. Acaba bu bir çeşit oburluk, fazla istemek mi idi? Hani “hem pastam dursun hem karnım doysun” türünden?
Ancak geçen yıllar bunun bir açgözlülük değil insan doğası olduğunu düşündürttü. Bölünmelerin ötesine geçiş ve bütünlüğü arayış pek çok psikolojik ekolde öylesine temel kabul ediliyor ki.. Örneğin Jungcu psikologlar fiziksel olanı da dahil psikolojik olanı da, hastalıkların kaynağının “bölünmeler” olduğunu tedavisinin de “birleşme, bütünleşme” olduğunu savunuyor. (Tabii bu yaklaşıma göre fiziksel/psikolojik bölünmesi de sahte, esas var olan bir birlik halindeki zihin-beden ve hastalıklar da zihin-bedensel yani “psikosomatik”) Bunun bizdeki “hastayım tevhid tabibi” ilahisine benzerliğine dikkat.
O zaman modernite ve geleneği nasıl birleştireceğiz?
Bununla ilgili bazı teoriler/yaklaşımlar var: bunları aşağıda belirttiğim gibi devşirdiğim kişi veya kurumların adıyla adlandırıyorum;
İbrahim Kalın Birleştirmesi: ona göre gelenek “gelene ek yapmak” demek. Yani geçmişten gelen geleneğe bugünün insanı olarak bir ek yapma hakkım vardır. Yapılması gereken budur. Yoksa gelenek ölmüş olurdu.
Erol Göka Birleştirmesi: Çok ustalıklı bulduğum diliyle Erol Göka “bize özgü bir modernlik” “bize özgü bir demokrasi” savunur ki bence bu da modern olanla geleneksel olanı birleştirmenin bir tarzıdır.
Konfüçyus Birleştirmesi: Gelenekçilerin piri olarak bilinen Konfüçyus şunu demektedir; o Descartes veya Gazalinin yaptığını yapmaya çalışmış sil baştan sıfırdan başlama noktasını aramıştı. (Bilindiği üzere bu başlangıç noktası Gazali için tasavvufi deneyimken, Descartes için “düşünüyorum öyleyse varım” ın düşünen benliğin varlığı idi) Konfüçyus bir sıfır noktası olmadığı sonucuna vardı. Gerçeği sil baştan aramak ona göre tuhaftı. Gerçek geçmişte “tecelli etmiş” veya kendisini ifşa etmiş olmalıydı. O halde gerçek için bakılması gereken yer geçmişti. Ancak Konfüçyus şunun gayet farkındaydı, geçmişte veya gelenekte diyelim, gerçek tecelli ettiyse bir onun kadar yalan da geçmişte kendisini sergilemişti. O halde geçmiş tek başına gerçek olarak alınamazdı ve “gerçek ile yalanın” ayrıştırılması görevi düşüyordu insana. Çünkü gelenekte gerçek ve yalan birbirine karışmış haldeydi. Nasıl gelenekçiler zannedildiği kadar geçmişi yüceltip durmuyorlarmış değil mi?
Roger Garaudy Birleştirmesi: Ömrünü büyük kısmını Marksist olarak geçiren Garaudy ileri yaşlarında o ham ilericiliği, yenilikçiliği olumlamaz. Sanat felsefecisi olduğu için ressamlardan örnekler verir; galiba Juan Gris idi. Oldukça modern bir ressam olan bu şahıs ” Şahsi derinliğim içimde taşıdığım geçmiş kadardır” demiş. Ve Garaudy Van Gogh, Manet vb gibi büyük çığır açıcı yenilikçi ressamlardan örnek verir. Onlar yıllarca en sıkıcı portre ressamlarını kopyalamakla geçirmişler. Gerçekten de başarılı ressamların eserlerini kopyalama resim eğitiminin en temel ögelerinden. Ancak uzun uzun yıllardan sonra o şaşırtıcı yenilikçiliği kazanmışlar. Öyle ya niçin eline fırçayı ilk alan bir liselinin eseri “yeni” olmuyor. Olsa olsa “türedi” oluyor. Sebebi o geçmişte ustalaşmamış olması. Gerçek yeni eskiye ihtiyaç duyuyor. Konfüçyus’un ayrıştırıcılığını andırır bir şekilde Garaudy “ataların ocağından külleri değil ateşi taşımamız gerektiğini” söyler. Benzetme açıktır. Miadı dolmuş, enerjisi tükenmiş, bugün açısından anlamı kalmamış şeyleri değil halen bize ışık ve ısı sunabilen şeyler getirilmelidir.
Gai Eaton Birleştirmesi: Gai Eaton İslam modernleşmesi ile ilgili görüşü sorulduğunda Avrupa tarihinden örnek verir. Katoliklik geleneği temsil ederken Protestanlık modern, yeni olarak çıkmıştı. Bu Batı içinde muazzam yıkıcı bir çatışma doğurdu. Ancak Protestanlığın Katolikliğe yönelik eleştirileri Katolikliğin de kendini yenilemesine neden oldu. Yani birileri dışarıdan bakıyorsa siz de artık ileri götürülmesi anlamsızlaşanları bırakır ve sizi siz olmaktan çıkarmayacak yeni şeyleri almaktan da rahatsız olmazsınız. Geçen yüzyıllarda Katoliklik de oldukça modernleşmiştir. Ama Protestanlıktaki gibi geçmişten şiddetle kopan bir yenileşme değil gelenekle sürekliliği yitirmemiş bir modernlikmiş bu. Anlaşılacağı üzere Eaton Katoliklik tarzı yenilenmeyi Protestanlığınkine tercih etmekte ve Vahhabilik benzeri sert bir yenilikçilik yerine kendini yenileyen gelenekçiliği tercih etmektedir.
Schuon Birleştirmesi: Buna “konnektör tarzı birleştirme” diyeceğim. Hani şu bilgisayarların arkasındaki çok uçlu konnektörler gibi. Schuon “gelenekçilerin önde gideninden” olarak bilinmekle beraber bu gelenekçi yapıya –zaman zaman şiddetle tenkit ettiği- modern ögelerin uygun şekilde bağlanması, eklenmesi için uygun bağlantı noktaları mevcuttur. Örneğin “bilimin meşru olduğu bir konum vardır” “zaman zaman dini açıklamaların mantıksız bir hal alması (mesela teslis gibi) dindarların mantıkçı bir sorgulanışına meşru bir alan açar” “geleneksel sanat her zaman başarılı değildir. Eskiden de yeterli düzeyde yetenekli olmayan sanatçılar vardı” “modern insanın mistik/tasavvufi hikayeleri zaman zaman inanılmaz bulması” (bazı durumlarda) zihni melekelerinin gelişmişliğindendir. Diğer pek çok durumda da insanı tanımayışından ve bilgi anlayışının yanlışlığından. Modern bilgi ve sanat anlayışının bu pek sıkı karşıtından bunları duymak gerçekten enteresan değil mi?
Liberal muhafazakar birleştirmesi: Liberal muhafazakarlık da geleneksellikle yeninin karşılıklı birbirini belirleyen dansını olduğu haliyle bırakmayı savunur. Zaman zaman bunun zor bir evlilik olduğu söylense de en başarısız model hiç de sayılmaz. Bu bağlamda İngiltere’nin veya ABD’nin Fransa gibi radikal modern bir ülkeden çok daha başarılı olduğu düşünülebilir. Liberal muhafazakar radikal modernistin aksine “dine karşı özgürlüğü veya dinden özgürlüğü” değil “dinlere özgürlüğü” savunur.
AK Parti Tarzı Birleştirme: Bu geleneğine “sevdalıca” yaklaşırken en ileri teknolojileri, modernitenin hoş meyvalarını (duble yollar, köprüler, hızlı tren, otomobil vb) alır, gençleri yurt dışında doktora yapmaya teşvik eder, her ne dünyada en iyiyse kendi halkının ona layık olduğunu düşünür “bu niye benim ülkemde yok?” diye sormaya teşvik eder, kadının siyasete vb katılımında geleneksel anlayıştan oldukça farklıdır. Dev bir holografik görüntü gibi ileri teknolojik oyunları keyifle sergiler vb. Sosyal bilimlerden genişlemesine istifade eder vb.
Muhakkak başka yaklaşımlar da vardır. Ama bu yazının amacı açısından bu kadar yeter.
Sonuç olarak benim gelenek mi modernlik mi sorusuna cevabım şu; geleneği seçmeci ve eleştirel ele alabilecek liyakatte ve onunla bir süreklilik arz eden türden yeni/modernlik
Veya “modern olanı içine alıp aynen sindirim sürecinde olduğu gibi parçalarına ayırıp, faydalı olanı bünyesine alan, gereksiz veya zararlı olanı dışarı atan, yani modern olanı “içeren ve aşan” bir gelenekçilik.”
Muhabbetle
Bir gurbet türküsü ve “benim gökyüzüm”
Bu yazı Sezen Aksu’nun “yarası saklım” şarkısının “O Ses Türkiye” yarışmasında bir yarışmacı tarafından icra edilişi sırasında yaşananlar üzerine yazılmıştır. Önce sözlerini koyayım.
Yarası Saklım
Söz: Sezen Aksu, Yelda Karataş
Müzik: Sezen Aksu
Bir kırık gençlik hikayesi
Yok mudur sevdanın çaresi
Hasretin kızıl haresi
Çileli başıma gelip taç oldu
Ah yine o gurbet bestesi
Günün minesi soldu, soldu
Yaralı kuşum hazan güneşim
Güz ayazında kor ateşim
Bir sözün uçur göğüm gün açsın
Yadeller aldı bizi
Haberini sal kara bahtlım
Beni yanına al yarası saklım
Üzerime hatıran yağıyor
Bu yokluk yaktı bizi
Sonra videosunu:
Sezen Aksu’nun bu şarkısı sadece hayatını paylaştığı değil aynı zamanda sanatçı olarak da yaşamını paylaştığı Onno Tunç’un ölümü üzerine yazılmış. Şarkı “O Ses Türkiye” yarışmasında okunurken şarkıcının kendisine ilave olarak dört vokal koçu da ağlayınca dikkatimi çekti. Bu şarkıda belki de basit bir şarkıda olduğundan daha fazlası, kendimizi daha derinlemesine anlamamıza yarayacak bir şey olabilirdi.
Ölen birinin ardından içli bir ağıt..Yitiriş…
Sözü şarkının kendisine bırakalım..
Aslında “Bir kırık gençlik hikayesi” dediğinde Sezen Aksu kalplerimize bir dokunuyor. Pek çok gençlik şarkısı “şiribim şiribom” formatındayken bu Sezen Aksu’da sıklıkla böyle olmaz. Bir başka şarkısında da “çocukluğum kavruk, gençliğim savruk, yetişkinliğimde de bir hayır yok” demişti. Belki biz “kırılmayı” yaşını başını almış insanlara daha çok mu yakıştırıyoruz? Bu “şiribim şiribom” yaşam tarzını bir illüzyon üzerine kurulu bulsak bile bir gençten beklenen şey “feleğin çemberinden geçmiş olmak” değil de bir süreliğine bu illüzyonu yaşaması, biraz lay lay takılması olabilir mi? “o daha genç” sözü gençlere yönelik müsamahakarlığın çekirdeği gibi. Bir genç “kırık” olmamalıdır. Ama sıklıkla da olur. Mesela üniversitede okurken etrafınızdaki insanları düşünün. O gençliğin, şen şakraklığın içinde bir “kırıklık” da vardır. Söylendiği gibi cennet elması dünyaya inerken içinde bir kurt peyda olur.
“Yok mudur sevdanın çaresi”
Ve nasıl da sıklıkla gençlik için bu kırıklık bir sevdadan kaynaklanır. Nasıl şu gibi şeyler duyarız: “bir kızı sevmiş. Kız bir süre ona yakınlık göstermiş. Ama sonra okul bitince gitmiş bir daha aramamış. Görüşmeyi de reddetmiş. Sonra bir başkasıyla evlenmiş. O nedenle bizim delikanlı da kendini içki ve sigaraya vurmuş. Ama çok iyi çocuktur” veya “ailesi reddedince kız oracıkta yıkılıp bayılmış” gibi.
“hasretin kızıl haresi”
Buyrun. Bu kültürün insanının ciğerini dağlamak için sadece “hasret” demesi bile yetecekken Sezen Ablam almış onu iyice “dağlayıcı” hale getirmek için bir de kızıl hare ekliyor. Mevlana’nın “renklerin en güzeli” diyeceği ve çok anlamlılığın köşe taşlarından “kırmızı”ya kırmızı yerine kızıl denmesi bile bunu diyelim “arzunun rengi olarak kırmızı” yerine bir yaranın dağlanmasının rengine yaklaştırıyor.
“Çileli başıma gelip taç oldu”
İşte tam bu noktada, “çileli başım” derken şarkıcı sesine öyle içli bir şey ilave etti ki 4 jüri üyesinden üçü de butona basıp geri döndü. Bu deyim bize ait bir şeyi ne kadar da güçlü anlatabiliyor. Şuna inanmaktayım. Biz de yaşamın kaçınılmaz sıkıntılarının insanı pişiren bir rolü olduğuna inanmakta gibiyiz. Dervişler 1001 günlük çile hanelerine girebilirler, sıradan insan içinse bu terbiye hayatın kaçınılmaz olarak gelip size verdiği sıkıntılardan alınır. Zaman zaman buna şahit olduğumu düşünüyorum. Sadece düşünüyorum çünkü bu bir izlenimdi. İnsanların dertleri gündeme geldiğinde “benim payıma da düşen buymuş, onu omzuma atar taşırım, çilemi çekerim” yüz ifadesi. Okulunda “problem çözücü yaklaşım” üzere yetişen birisi için bu şaşırtıcı olabilir. Sorunlar “çözülmelidir”!!! Bu kaçınılmaz sıkıntının ne kadar “kaçınılmaz” olduğu ulaşılabilecek imkanlara bağlı olarak değişir.
Burada bir acemi çaylak bizim fazla kaderci olduğumuz düşünebilirdi. Ama bu gerçekten çaylakça olurdu. Çünkü bu sorun giderme imkanları artsa da muhakkak çözümsüz sorunlar var. (burada olduğu gibi sevilen birisinin ölümü) Bizim kısmetimize düşen “terbiye edici unsur”; Özürlü bir çocuk. Tıbbın ancak kısmen bir şeyler yapabileceği sağlık sorunları; MS, Parkinson vb. İşte burada o eski büyük anlayışa dönmeyi bilmenin gerektiği yerler de var. “demek terbiye edilmem için gerekli benim kısmetime düşen şey de buymuş”. Hazin ama gerçek, ve doğru.
Acemi çaylaklardan çok çekmiş bir insan olduğum için şu alıntıyı yapma ihtiyacı duyuyorum; bu bizim “gelişmemiş” olmamızla alakalı filan değildir. Arnold Toynbee gibi dev bir bilim adamının hayatını anlattığı bir eserde “hayat eziyetlidir” dediğini hatırlıyorum. Söylediği kendi kişisel hayatından daha fazlasıydı. “HAYAT eziyetlidir” ya da bir boyutu da eziyettir. Gerçekten Freud da, Jung da “çözümü olmayan sorunlar” konusunu muhteşem bir şekilde ele almışlar. Hele ki Yahudi kültüründen yetişme Freud “yas terapisi” düzlemine kadar getirir konuyu.
Problemleri çözebiliyorsak ne ala. Çözemiyorsak da zaman zaman “başımıza taç” olur. Hayatımızın merkezine gelir yerleşir. Pek sevdiğim, Amerika’dan çıkan en derin mütefekkir psikaytristlerden Scott Peck “Az seçilen yol” isimli kitabında “pozitif düşüncecilere” (yani şiribim şiribomcular) karşı olarak “Hayat zordur. Ama onun zor olduğunu kabul ettiğinizde bir şeyler kolaylaşır” der. (Ben burada “bazı boyutlarının” zor olduğuna dair bir ikaz ekleme ihtiyacı duyuyorum. Hayatın gerçekten şirin-i şerbet zamanlarının olduğunu gözden kaçırmamak lazım)
Ama ölüp giden birisinin ardından “keşke A hastanesine değil B’ye götürseydim. Acaba organik sebzelerle besleseydim daha mı geç olurdu?” diyen birileri için de bir başka çeşit “çözüm üretebilmek” gerekiyor. Bu gerçeği tüm çıplaklığı ile kabul edebilir olmak, adam gibi yas tutabilmektir.
“Ah yine o gurbet bestesi”.. Buyrun yine.. Sadece gurbet dediğinde bile duman tütmeye başlarken (Bkz. Erol Göka “Türklerin psikolojisi”) buna bir de “besteyi” ekler Sezen Abla. Gurbetten çok “gurbet türküleri” ağlatır bizi. İnsan sanatla varlığa insani bir ilave, bir dipnot düşer adeta. Varlığın insandaki yankısı gibi. Varlığa verilen insani bir cevap gibi. “Gurbet” “hazin bir türkü” ye dönüşür; döngü tamamlanır.
Değerli birisinin ölümüne yazılmış şarkılar, insan ruhunun ölüme verdiği bu “karşılık” ne de asaletli ne de büyüktür. “bakın çantasında acep nesi var?” diyen türkü pek çok, pekkk çokkk şeyden daha fazla 80 milyonun ortak paydasına benziyor gibidir. Canımız yanarken birbirimize daha çok benziyor gibiyiz.
“çoktan unuturdum, ben seni çoktan ah o şarkıların gözü gör olsun.” şarkısında yine şarkıların, türkülerin bu özelliğine değiniliyor gibidir.
“Günün minesi soldu, soldu” derken bu “gurbet bestesi” ile temas halindeyiz. Gurbet kelimesinin güneşin batışı “gurub” ile köken olarak aynı olduğu söyleniyor. Ama sanki günün minesinin “solması”, bütününe derin bir insani acının hakim olduğu şarkıda bize mineyi vb unutturup “(sevdiğini yitirmiş bir insanın) solması “ na “ çekiyor”.
“Yaralı kuşum hazan güneşim” derken yine “yaralı kuş” un ne kadar “kırık bir gençliğe” benzediğine dikkat. Özgürce uçuşuna imrenilen, içimizde bir şeyin “keşke ona dokunabilseydim, yaklaşabilseydim, elime alabilseydim” dediği, kuşun yaralı ve biçare avcumuzda durması ne de hazin bir deneyimdir.
Galiba “hazan”ın dokunaklılığı “akşam” ınkiyle aynı. Bitişi, sona erişi anlatıyor. Yakın gelecekte soğuktan, kardan başka bir şey yok gibi. Güneşli günler sona erdi gibi yani. Bunun batı müziğinde de nasıl sıklıkla kullanılan bir deyim olduğu çok ilginç “güneşli günler sona erdiğinde ne yapacaksın?” der bir şarkı.
şarkının tekrar eden mısrası “güneşli günler sone erdi” dir.
Bir de yerli pop olsun. Son derece güçlü bir şarkı bu.
“oh papatya, yüzümün haline bak. Seninle kim kalacak ışıklar kapanınca?”
Burada papatya laylaylom günlerini yaşamış ve geride bırakmış bir kızdır
“hani çok sevdiğin o filmi gördükten sonra, kısacıp kestirip saçlarını, içtin ilk sigaranı”
Ama gün gelir “ışıklar kararmaya” başlar.
“zaman mı değişti? Yoksa ben mi? Geride kaldı o günler. Aklın, belli karışmış, yüzünde gölgeler”
“oh papatya, son bir defa bana bak. yüzümün haline bak. Seninle kim kalacak ışıklar kapanınca?”
Teoman’ın bu “büyük şarkı”sı (belki de her şeyi açıklayan) Özlem Tekin’in çığlıklarının arka planı oluşturduğu bir formatta.
Neyse kendi şarkımızdan uzaklaşmayalım;
“Güz ayazında kor ateşim”
Neyse ki bu “kışın habercisi” güz hem ayazı içerir hem de ateşi. Nedir ki bu?.. Hem bir insanın büyük, güçlü, değerli mevcudiyetinin/aşkının yoğun anısı hem de onun yitirilmiş olması mı? Belki de.. Kim bilir?
“Bir sözün uçur göğüm gün açsın”
Burada havayı neyin kararttığını daha iyi anlıyor gibiyiz. Artık bir sesin gelmemesi.
Burada tabii geleneksel sembolizm de bu “kişisel gökyüzü”nün (göğüm) insan ruhu olduğunu hatırlamak yararlı olabilir. Bu “benim göğüm” …. Bir ses işittiğimde aydınlanabilecek, ya da sesin yitip gitmesinin “gece” yi getireceği “benim gökyüzüm”. Ne güzel değil mi “benim gökyüzüm” diyebilmek?
Yadeller aldı bizi
Bir kere daha “göç” ün “gurbetin” belirlediği bir yaşam tarzının yakıcı ateşi “yad eller” . İnsanın aklına o pek dokunaklı “gurbet kuşları“ şarkısı geliyor. Bu şarkı Almanya’ya giden işçilerimizi anlatıyordu. O zaman kadar pek de dikkatimi çekmeyen Muazzez Ersoy gayet alelade gidiyordu. Ama
“gönül ezik ayrılırken alem duydu feryatları”
Cana dosta sarılırken “döneceğiz” diyordu.
derken feryadı öylesine bir çığlıkla söylüyordu ki, “gurbet kuşları” derken öyle bir yanıklık ekliyor, öyle bir “yad eller alıyordu” ki, e yani.. Bir dönem bu şarkının tiryakisi olmuştum. Belki dinlemek isteyen olur diye koyuyorum;
“Haberini sal kara bahtlım”
Beni yanına al yarası saklım
Bir de bu ölüp girmiş birisinden hala “haberci kuşun” beklenmesi edebiyat tarihinin en güçlü sahnelerinden birisini hatırlatıyor. “Rüzgarlı Bayır” daki Kathy’nin ölümünden sonra hayaletinin gelip Heathcliff’in penceresine vurması “Heathclifff, aç, ben Kathy.. Ben geldim,, Heathcliff”. (Neyse ki her ikisinin de ölümünden sonra bu iki garip aşıkın kırlarda el ele gezen hayaletlerini görenler olur)
Bu neyin kara bahtı bilmiyoruz. Genç ölümün mü? Yoksa daha başka bir sebepten zaten “kırılmış gençlik” mi? Nasıl bilelim ki? “Saklı” imiş zaten yarası. Eğer öyleyse öyle bırakmak uygun düşmez mi? Her ne ise o. Bırakalım en iyisi.
Üzerime hatıran yağıyor
Bu yokluk yaktı bizi
Ama “bu taraf” ın durumu bu işte. Yağmurda ıslanmış insanın halini hepimiz biliriz. O çaresizlik, o incinmeye, canı yanmaya daha elverişli bir hale gelmişcesine… Sırılsıklam.
Yokluk.. Daha önce mevcut bir şeyin “yokluğu” zaten tüm bu acının, kederin kaynağı. Yitiriş.
Nazan Öncel’in fevkalade güçlü bir şekilde anlattığı bir başka hasret-yitiriş şarkısında söylediği gibi “göğsümden içeri yokluğun sızıyor”. Aslında şarkının adı bile işi bitiriyor “geceler kara tren”
Ne ilginç ki bu yağmur aynı zamanda “yakıyor” da. İşte bir kere daha sembolojinin sınırları. Su bazen bu anlama gelir bazen şu anlama. Mesnevi’de “tufan” için söylenen “ateş tabiatlı su” örneğinde olduğu gibi. Semboloji hallerimiz paylaşmak için düz yazı dilinin imkanlarını aşan imkanlar sunabilir ama işte o da bir yere kadar.
Şarkımız bitti..
Ne asil şey şu insan ruhu ki bu yakıcı acı böylesi güzel bir sanat eserinin doğumunu hazırlıyor. Canımız yandığında bile ne güzellikler fışkırıyor ruhumuzdan. Ve sadece iki şahsı anlatmakla bitmiyor, önce tüm bu sözcükleri bizimle paylaştığı aynı kültür ortamındaki herkese dair bir şeyler anlatıyor. Yitirişin, yakıcı hasretin oldukça bu toprakların insanına özgü bir anlatımı.. Öylesine paylaşıyoruz ki 4 vokal koçu birden ağlıyor, dört jüri üyesinden üçü “çileli başım” ı duyunca birisi de daha sonra geri dönüyor. Şarkıcı zaten ağlıyor.
Ve sonra da bu ortak dili paylaşmasa bile tüm insanlara dair bir şeyleri anlatıyor. Değerli şeylerin yitirilişi.. Arkada hazırlıksızca kalakalanlar. İster ıslanmış olsun, ister yanmış.. Ne fark eder. İster karalar bağlayayım, ister “mavi saten” (Ref: “Mavi saten içinde geceler” şarkısı) hallerimizin daha kolay anlaşılmasına, ifade edilmesine, paylaşılmasına yarayan bu “hayallerden” daha derin bir tarafımız olmalı ki bu kadar birbirimiz anlayabiliyor olalım. Birazcık uzağız tamam ama sadece mekânsal bir uzaklık bir de kültürel. Aynı şekilde “yanıyorsak” mekan ne, kültür ne ki?!
Muhabbetle