Belki bazılarınızın malumudur; Amerikalı şarkıcı/aktris Lindsay Lohan’ın adı bir müddettir İslama olan ilgisiyle beraber anılmaktadır. O elinde Kuran’la görüntülenmekte, Türkiye’yi acıtan olaylarda destek veren tweetler atmakta..Hatta en son adım olarak Türkiye’ye gelip Suriyeli mültecileri ziyaret etmekte ve Gaziantepli bir hanımın kendisine hediye ettiği başörtüsünü takmakta sorun görmemektedir.
Felsefe
14 gönderi işaretli Felsefe
Bilimi Rölatifleştirmek-Dikkat Çekmeyen Varsayımlar
Bilgi felsefesinde öyle bir konu var ki eğer elimde imkan olsaydı herkesin bunu adam akıllı öğrenmesini sağlamak isterdim.
Bu konu bilimde deneysel, gözlemsel, hesabı vb. OLMAYAN boyut yani bilimin yapılabilir olması için zaruri varsayımlar. Bunlarsız olmuyor ama bunlar da bilimsel bilginin değerini radikal bir şekilde rölatifleştiren bir rol oynuyor.
Çağlar içerisinde azıcık değişse de bizim için önemli olmayan anlam farklılıklarını geçip en yaygın kabul edilen haline geliyorum; bu temel kabuller ikiye ayrılıyor; Aksiyomlar ve postülatlar.
Aksiyomlar genelde öylesine temel ki bunlar aklın en temel kanunları gibiler. Kendiliğinden apaçık. Tartışmaya mahal bırakmayacak kadar apaçık.
“A, B’ye eşit B de C’ye eşitse A da C’ye eşittir”
veya
“Parça bütünden küçüktür”
gibi şeyler. Ve önemli olan şu aksiyomlar ispat filan edilmiyorlar, çünkü edilemiyorlar. Bunlar kendiliğinden besbelli, açıkça doğru. İspat öncesi şeyler bunlar. İspat edilirse zaten bunları ispat etmekte kullandığınız şeyler aksiyom halini alıyor, bunlar aksiyomluktan çıkıyor.
Ben aksiyom konusunu tartışmak istemiyorum. Çünkü zurnanın zırt dediği şeyler aksiyomlar değil postülatlar.
Postülatlar aksiyomlar kadar temel değil. Her bilim alanının kendi postülatları oluyor. Hatta her bilim alanı içerisindeki teorilerin kendi postülatları oluyor. Örneğin her ikisi de fizikçi olmasına ve aynı sahayla ilgilenmesine karşın Einstein’ın ve Planck’ın postülatları farklı.
Postülatlar aksiyomlar kadar temel değil demiştik. Hatta bilgi sahasına özel. Aksiyomların aksine postülatlar da bugün değilse bile gün gelip çürütülebilecek, çürütülmeye müsahit bir taraf var. Yani deney/gözlem eleştirisine o kadar da kapalı olmamakla beraber bugünün imkanlarını aştığı için yanlışlanmıyor.
Bazılarını sayacak olursak;
- Kuvantum fiziğinde “bu boyutta tam bir determinizm olamayacağı o nedenle olasılık hesapları yapılması gerektiği” postülatı. (Ki Einstein yaklaşık ölünceye kadar buna karşı çıkıyor ama bugün Einstein yanlış Kuvantumcular doğru kabul ediliyor)
- Einstein “Evren homojendir” diyor. Bunu nerden bildiğini soranlara “bu kabulü yapmazsam bilim yapmam imkansız olur” diyor.
- Newton bir fiziksel ortamda (zaman-mekan yani) meydana gelen fiziksel bir hadisenin (diyelim bir arabanın yol alması) söz konusu zaman-mekanı değiştirmediği varsayımıyla yola çıkıyor. (Bu birkaç yüzyıl sonra Einstein tarafından reddediliyor, ona göre çok büyük kütleler uzayı eğebiliyor, çok yüksek süratler de zamanı yavaşlatıyor. Arabayı DEĞİL zamanı yavaşlatıyor.)
- Freud insanı aydınlanma düşüncesine bağlı kalarak birey olarak kabul ediyor. Sorunların tüm kaynağını aile içerisindeki ilişkilerde aramakla kendisini sınırlandırıyor.
- Durkheim insanı birey değil toplumsal bir varlık olarak kabul ediyor. İnsana dair en ama en bireysel gibi gözüken intihar hadisesinin sosyolojik boyutları olduğunu göstermek için ilk esaslı araştırmasını “psikolojikmiş gibi” gözüken bir konudan seçiyor; intihar. Ve sonuçta bunun bile bireysel olmadığını -kendince- ortaya koyuyor.
- Ölümle ilgili tartıştıklarında Freud “ölüm içgüdüsünü” kelimesi kelimesine alıyor. Jung ise bunu sembolik alıyor. İnsanlar gerçekte ölmeyi değil sembolik ölmeyi istemektedirler; egonun çözülüp tekrar ruhun içine çekilmesi ve yok olması..Burada “kelimesi kelimesine” veya “sembolik” almanın ancak “temel kabullerle” yani postülatlara göre değiştiğine dikkat.
- Yine Marx’ın toplumsal hadiselerin hepsinin temelinde üretim tarzının olduğunu savunuşu buna karşılık sosyolojinin kurucusu Durkheim’in her tür toplumsal olgunun temelinde din olduğunu varsayışı deney-gözlemden ziyade postülat.
- En radikali ise matematik gibi bir sahada bile sonsuz adet aksiyom olmazsa bir şeylerin muhakkak ispattan kaçacağını, ispat edilemez olacağını ortaya kayan Gödel.
Tabii bu postülatların bazıları sıradan vatandaşın gözünde bile hayli sırıtan şeyler oluyor;
* İnsanın ihtiyaçlarının sonsuz olduğunu savunan bir ekonomi bilimi postülatı pek çok kişiye “yok devenin nalı” dedirtebiliyor.
* Bir ekonomist “paranın mutluluk ölçütü olduğunu kabul etmezsek (yani ne kadar paran varsa o kadar mutlusun; zenginsen mutlusun, fakirken mutsuzsun) ekonomi bilimi yapamayız” dediğinde kendi cenahından bile fazla destek alamıyor.
Ama çok genele yayılmamış bazı postülatlar da bize dünyanın başka türlü nasıl anlaşılabileceğine dair önemli bilgiler veriyor;
*Antropolog Paul Radin “eğer arada bir insanlarla konuşan bir Tanrı kabulü yapmazsam antropoloji yapmam imkansızlaşıyor” diyor. Zira en küçüğünden (bir Afrika kabilesi vb gibi) en büyüğüne (Batı, İslam, Hind, Çin vb) kadar bütün medeniyetlerin temelinde bir doğa üstü olduğuna inanılabilir nitelikte iletişim (vahiy veya büyük olağanüstü rüyalar) veya macera (bir yeraltı veya öte dünya yolculuğu (hiç değilse fenomenal düzeyde) mevcuttur) Şu anda antropoloji dünyasında hakim postülat ise bu tür hadiselerin hepsini insani veya doğal boyuta (doğa durumundaki insan boyutuna) indirgemektir.
Fazla uzatmayayım. İşte bu postülatlar nedeniyle bilim zannedildiği gibi sadece deney/gözlem ve teori oluşturmadan oluşmamaktadır. Bu postülatlar bilim yapabilmek için zaruridir. Mevcut imkanlarla ispatı yoktur. Newton’un durumunda olduğu gibi birkaç yüz sene alabilir. Yani içinde bulunduğumuz çağın ufku kadardır postülatlar. Elma-armutla bilim yapan adamın aksiyomlarıyla atom altı parçacıkları gözlemleyebilen adamın postülatları aynı olamıyor. Bu nedenle de bilginin üzerine inşa edildiği zeminin kendisi de sabit olmayıp ağırdan ağırdan değişen bir şey oluyor. Bir kaç ayda bir yeni model telefonlar gören nesiller için çok yavaş..Newton-Einstein durumunda olduğu gibi 100’lerce sene bile alabiliyor.
Veya aynı konuları yan yana çalışmalarına rağmen, aynı olguları gözlemlemelerine rağmen bambaşka, hatta birbirine zıt postülatlar oluşturan bilim adamları olabiliyor. Freud ve Jung. Onların bazı hastaları bile ortaktı!!!! (Sabine Spielrein-Bkz. Tehlikeli Metod filmi)
Aynı dönemin sosyologu (Durkheim) toplumsal ilişkileri temele alırken psikologu (Freud) bireyi alabiliyor.
Ama tabii ki bu bilimin işlevselliğini az etkiliyor. Pek çok şey yine Newton’a dayandırarak yapılıyor. Örneğin bir uçak kaza incelemesini Newton kanunlarını esas alarak yaparsınız, Einstein’i değil. Çünkü uçağınız ne güneş gibi büyük kütleye sahiptir ki uzayı eğsin, ne de ışık hızında gidiyordur ki zamanı hızlandırsın. Ama dikkat ederseniz burada bilim “hakikat araştırması” seviyesinden “kullanışlılık” seviyesine geriliyor.
Veya tüm sınırlılıklarına karşın hem Freud’u hem de Jung’u kullanarak insanların sıkıntılarına çözüm getirmek pekala mümkün. Biraz faydacı olmayacağız da ne yapacağız? Acıyı dindirmek de gayet yerinde bir amaç değilmidir?
Sonuçta bir marangozun güzel mobilyalar yapması için muazzam botanik bilgisine veya bir kasabın muazzam zooloji bilgisine ihtiyacı yok değil mi?Fayda pekala da amaç olabilir.
Eğer gençlerimize bir tavsiye çıkaracaksam buradan bu bilimi küçümsemek olmazdı. Bu rölatifliğinin farkında olarak, sınırlarının farkında olarak bilimde ustalık kazanmak ve kendi idealleri için bundan sonuna kadar istifade etmek olurdu. Güzel bulduğum bir deyişle “kurallar aşılmak içindir doğru ama bu onlarda ustalaşanın hakkıdır”. Bu faydacı, kullanışlı haliyle bizim bilime ihtiyacımız var. Vatanımız, milletimiz ve yardıma muhtaç bir dolu insan için.
Ve işte o ünlü “eleştirel düşünce” de “şunu-bunu beğenmemek, burun kıvırmak laf sokmak” değil bilginin içerisindeki deney/gözlem (a posteriori-ilmül ahir) olan ve olmayan (a priori-ilmül evvel) olanları birbirinden ayrıştırabilmek oluyor. Bizim de bunu yapabilen gençlerimize ihtiyaç var, trolden ziyade.?
Muhabbetle
Fakirlik
Utanç ve Feraset
Biraz zorlu bir konu olan “utanç travma”sını çalışırken bunu iyi anlattığını düşündüğüm sanat eserlerini bulmaya çalıştım. Bu yazıyı kısa tutmak için listeyi (Dipnot-1) aşağıda ayrıca vereceğim, ilgilenen bakabilir ve burada sadece bir tanesi üzerine yazacağım: Bu Selda Bağcan’ın “Boyacı Çocuk” isimli şarkısı.
- Cem Karaca’nın meşhur “tamirci çırağı”. Romanlardaki gibi bir aşkı umut edip zengin kıza yakınlık gösteren tamirci çırağına romanlardakinin aksine kız kendisine bile değil, ustasına bakarak “kim bu serseri?” der. “işçisin işçi kal”
- Stephen King’in şaheseri Carrie filmi. Telekinezi özelliği öfkelendikçe artan Carrie’nin kendisine yapılan korkunç şakaya reaksiyonu tam bir gazaba dönüşür.
- Suç ve Ceza’da hoyratca onuru kırılan Katerina’nın çıldırış ve ölüşü
- Tüm yakınlarını kaybedince köyden şehre zengin amcasının yanına gelen Kezban’a şımarık kızların gülüşü. Ancak batı kültüründe olduğu gibi trajediye değil de mutlu sona inanan kültürümüzün sonucu olacak ki sonuçta esas kazanan Kezban olur.
- Maupassant’ın bir hikayesinde çocukken tacize uğradığı için diğer çocukların aralarına almadığı kız (genç kız olunca, kasabaya dışarıdan gelen bir haso delikanlı onunla evlenmek ister. Düğün sonrasında faytonla köprüden geçerken densizin birisi “geçmişi” bağırır ve kız kendini gelinlikle nehre atar.Cenazesine ise yine tek bir kişi katılır; eşi.
- Bir Hint klasiği olan Devdas’ta kızının asil bir ailenin oğluyla evleneceğini zanneden anne sevincini göstermek için tüm ruhuyla herkesin içinde dans eder. Ama oğlanın Aliye Rona gibi annesinden aldığı korkunç tepki herşeyi yıkıp geçer.
- Emily Bronte’nin Rüzgarlı Bayırında zengin evine evlatlık alınan çingene oğlan Heathcliff evin kızı Kathy’yi sever. Esasında kız da onu sever. Ama kız bir arkadaşıyla konuşurken böylesi bir evliliğin olacak şey olmadığını anlatırken bunu kazara duyan Heathcliff onu edebiyat tarihine “hem aşık olma hem de nefret etmenin” baş kahramanı olarak geçirecek intikam sürecini başlatır. Leyla gibi Kathy ona geldiği zaman ise artık çok geçtir ama bu sefer başka duygularla.
Üstümde aynalar boyalar var Üstümde fırçalar cilalar Dört köşe bir sandığım ben On yaşında bir çocuk Taşır beni yarım gün En az on kiloyum ben Boyum onunkinden büyük Çocuk okulada gider Boyam çıkmaz ellerinden Utanır arkadaşlarından Çocuk saklar ellerini Rüyalarında yıkanır Yıkanır hep yıkanır Söyleyemez ellerinin Kara utancını çocuk Eğer onun büyükleri de Duysaydı benim kadar, Bu dünyada çocuklar Ellerinden utanmazlar.
Beklentilerimiz, başkalarını gözetir.
Hayatın birçok alanında beklentiler bir şeyleri deneyimleme tarzımız üzerinde çok büyük rol oynar. Mona Lisa‘yı düşünün. Bu portre niye bu kadar güzel, kadının gülümsemesi niye gizemlidir? Leonardo Vinci’yi Mona Lisa’yı yaratmaya götüren yeteneğin ve tekniğin farkına varabiliyor musunuz? Çoğumuz tabloyu güzel, kadının gülümsemesini gizemli buluruz. Çünkü bize öyle olduğu söylenmiştir.!!!
Uzman ya da eksiksiz enformasyon yokluğunda, ne kadar etkilendiğimizi ya da ne kadar etkilenmemiz gerektiğini anlamamıza yardım edecek sosyal ipuçları ararız. Beklentilerimiz, başkalarını gözetir.